Fransız mekteplerinde çocuklara şâir Alfred de Vigny’nin Kurdun Ölümü diye meşhur bir şiiri oku­tulur.

(Bu yazı -Ek-2 hariç- Yahya Kemal BEYATLI’dan alıntıdır):

Fransız mekteplerinde çocuklara şâir Alfred de Vigny’nin Kurdun Ölümü diye meşhur bir şiiri oku­tulur.

Bu şiiri dinlerken çocukların gözleri dolar, gönüllerinde saf bir dağ rüzgârı eser.

Fikirlerini hürriyet ve istiklâl sevdâsı alır.

Eski bir hânedânın asalet unvanını taşıdığı gibi, hilkaten de asîl olan şâir Vigny sakin, münzevî, mütevekkil ve ahlâka en yüksek tarifini veren kadîm felsefenin Revâkıyye mezhebindendi.

(Yahya Kemâl'in Revâkıyye dediği Stoacılıktır.

Stoacılar’a göre bilim hayat için, hakikat iyi ve faydalı için, varlığın sebeplerini araştırmak hayatın son gayesi olan bilgelik içindir.

Bilgeliğin elde edilmesi teorik ve pratik erdemlerin hayata geçirilmesiyle mümkündür; insan ancak bilgece yaşanan bir hayatla mutlu olur.)

Kendi yaradılışına tamâmıyle uyan bu mezhebin felsefesini hikâye kılıklı küçük bir şiirde canlandırmış.

Şâir bu şiirinde bir kurt avındaki serencâmını anlatır:

Şâir, dostları, birçok asilzadelerle dağlarda bir kurt avına çıkar.

Vakit gece, ıssız bir ay aydınlığı var.

Alevlenmiş gibi yanan ayın üzerinden bulutlar geçiyor.

Siyah ormanlar ufuklara kadar dayanıyor.

Tabiatın böyle tenhâ bir saatinde avcılar birbiri ardından tüfekleri tetikte, yürüyorlar.

Bir aralık avcıların kurt avlarında en ziyâde tecrübelisi yere yatıyor ve yerde taze tırnak izleri görüyor ve avcı­lara haber veriyor ki:

Bu izler oradan biraz evvel geçmiş iki kurtla iki yavrusunun izleridir.

Bütün avcılar hemen bıçaklarını hazırlıyorlar, tüfeklerini ve tüfeklerinin beyaz parıltılarını saklıyorlar.

Ağaç dallarını ayırarak adım adım yürüyorlar, o sıra üç avcı duruyor, şâir Vigny de ne gördüklerini aranı­yor ve birdenbire karşısında iki alev saçan göz gö­rüyor:

Kurt!

Biraz ötede de yavruları ve gölgeleri raksa benziyen bir kımıldanışla kımıldanıyor.

Kur­dun yavruları sessiz sessiz oynuyorlar, yavru ol­makla beraber bir kurt sevk-i tabiîsiyle biliyorlar ki düşmanları olan insan oğlu birkaç adım yakında, pusudadır.

Kurdun dişisi, bu tehlike karşısında, bir zamanlar Roma’nın banileri Remus ve Romulus’ü emzirdiği için Romalıların taptığı heykel gibi câmid duruyor.

Erkek kurt anlıyor ki bütün yollar kapalı, ric’at tarîki kesilmiş, geliyor, ön ayaklarının tırnaklarıyle kumluğa saplanarak çömeliyor, üzerine atılan kö­peklerin en ziyâde cür’etkârca saldıranını seçiyor, o köpeğin gırtlağına döşlerinin bütün savletiyle sarılı­yor, avcılar üstüne vîrâ ateş ediyorlar, vücûdunu delik deşik bir hâle sokuyorlar, bıçaklarını kurdun böğrüne üşürüyorlar.

Lâkin kurt, demir gibi çene kemiklerini çözmüyor, köpeği bırakmıyor, nihayet köpeği gebertiyor.

Kurt, etine kabzasına kadar saplı duran bıçak­larla çömelmiş kanlar içinde avcılara bir bakıyor.

Avcılar tüfekleri tetikte, etrafım sarıyorlar.

Kurt ağzından akan kanlan diliyle yalıyor, avcılara bir defâ daha bakıyor.

Nihâyet nasıl öldürüldüğünü bil­meğe tenezzül etmeksizin, iri gözlerini kapıyor ve hiç bir ses çıkarmadan ölüyor.

Şâir Vigny, bu maceradan sonra başını tüfeği­nin namlusuna dayıyor, dişi kurtla yavrularının pe­şinden koşmağa karar veremiyor ve diyor ki:

Eğer bu iki yavru olmasaydı o güzel ve kederli dul, erke­ğini bu büyük imtihan karşısında yalnız bırakmazdı!

Lâkin bir vazifesi vardı:

O iki yavruyu dağlara kaçırmak, onlara orada açlığa tahammül etmeği ve şehirlerde bir lokma ekmeğe ve bir yatacak yere mukaabil insanın önünde av avlayan zelîl hayvan­ların insanla akdettiği ittifaknâmeye hiç bir zaman dâhil olmamayı öğretmekti.

Şâir Vigny hikâyesinin bu noktasında kalmıyor ve felsefesinin bir cezbesiyle şiirini bitiriyor; diyor ki: 

“Hayattan ve bütün ıztıraplardan nasıl ferâgat edilir?

Ey ulvî hayvanlar, yalnız siz biliyorsunuz! 

Yer yüzünde ne olduğumuzu ve arkamızdan ne bıraktığımızı bir kere iyice hesap ettikten sonra anlaşılır ki ulvî olan ancak sükûttur, mâadâsı zaaf­tır.”

Şâir, kurdun o son bakışında ne demek istediğini anlıyor.

Asıl hayvan, o son bakışıyle demek istiyor ki: 

“İnlemek, ağlamak, yalvarmak hepsi zillettir.

Kaderinin seni sevkettiği yolda uzun ve ağır vazifem dişini sıkarak îfâ et!

Sonra da benim gibi hiç ses çıkarmaksızın ıztırap çek ve öl!”

Bu kurt hikâyesi kaç defâ beni derin derin düşündürdü.

Zannettim ki şâir Vigny bizim mâcerâmızı anlatmış!

O erkek kurt, ölen ordudur; o dişi kurt, anne Anadolu’dur, o kurdun yavruları İnönü ve Dumlupınar çocuklarıdır ki dul annelerinden al­dıkları dersi tekrar ediyorlar:

“Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin İstiklâl!“

KAYNAK: Eğil Dağlar, s.91-93

*

Ek 1:

Şiirin Türkçesi:

https://siirantolojim.wordpress.com/2021/06/02/kurdun-olumu-siiri-alfred-de-vigny/

*

Ek 2:

Süleyman Demirel’den:

"Her sabah evden çıkarken komşunun iti bizim eve doğru havlıyordu, o ite yemek verip, bizim bahçeye bağlayınca bu sefer karşı eve doğru havlamaya başladı."