Milli mücadele içinde itilaf devletleri, 16 Mart 1920’de İstanbul resmen işgal ettiler. Aslında işgale 13 Kasım 1918’de başlamışlardı. Şehrin kritik yerlerini kurumlarını tutmuşlardı. İstanbul için onursuz, acı günler başlamıştı. Fransız işgal orduları komutanı General D’Espey, İstanbul’a girecek, Fatih Mehmet gibi beyaz bir ata binecek, tüm azınlıklar, coşku içinde kendilerini atın ayakları dibine atacaklardı. 26 Ağustos 1071’den,2 9 Mayıs 1453’ten beri Türklere ne kadar kin, nefret ve öfke biriktirmişlerdi. 

İstanbul’daki düşman deniz güçlerinin masraflarını bile Osmanlı devletinden istediler. Para, Osmanlı Bankası’ndaki cari hesaptan ödenecektir. Adli suçlardan mahkum tüm gayri Müslümanlar, tedavi edinmek bahanesiyle serbest bırakılacaktır. Tüm devlet yetkililerimiz, işgal güçlerinin karşısında onursuz kaldılar, tüm resmi temaslarda eğdiler, ezildiler, hakaretlere uğradılar. Devletin tüm kadrolarına azınlıklar dolduruldu. 
Türkler, türlü bahanelerle Görevlerinden alınmak taydı. Tüm azınlıklar, her yere kendi bayraklarını çektiler. Türklerin işyerlerine bile zorla Yunan, Ermeni bayrakları asılıyordu. Resmi işgalde Osmanlı Meclisi basılmış, En millici Subaylar tutuklanmış, sürgün edilmişti. Sokaklarda Türklerin fesleri başlarından alınıp, yırtıldı atıldı. Zengin Türkler, yıllardan köşklerden zorla atılıyordu. Bir gün bir asker veya azınlık grubu, kapıya dikilip; “yarın sabaha kadar Esvaplarınızı alıp burayı terk edeceksiniz“ deniliyordu. 

Padişah Vahdeddin, cuma namazı için Eyüp Sultan Camisi‘ne gitmek öncesinde, İngiliz yetkililerden izin alıyordu. Kadınlarımıza, kızlarımıza sarkıntılıklar, saldırılar, günlük olaylar haline gelmişti. Bolşevik devletimizden kaçan Ruslar, İstanbul’a yayılmıştı. Türk çocukları sokaklardan kaçırılıp, Ermeni ve Rum kiliselerinde vaftiz ediliyordu. Artık yıllık fetih törenleri yapılamıyordu. Fatih’in türbesi sessizce kuran okunuyordu. Öyle bir İstanbul’da ki, devlet yoktu. Can, mal, namus güvenliği de yoktu. Türk’ün harim-i ismetinde insanlık dışı mahluklar, iğrenç eylemler yapıyordu. Milli Mücadele öncesi, Türk ve Müslümanlara, balkan, ikinci Dünya savaşlarında özellikle İzmir işgali sonrası batı Anadolu’da yapılanları, iyi öğrenelim, yeni kuşaklara aktaralım. Bunları bilmiyorsak, milli mücadele ve kahramanlarının, önemini nasıl anlar, nasıl takdir edebiliriz? 

TARİHİN AKIŞINI 26 MAYIN ETKİLEDİ

Tarihin akışı  Nusret Mayın Gemisi’nin dümen suyunda nasıl şekillendi? Çanakkale Savaşı içinde bir destanın öyküsüdür bu. Cevat Paşa’nın görevlendirilmesi ile, Yüzbaşı Tophaneli Hakkı Bey komutasındaki Nusret Mayın Gemisi, bütün ışıklarını söndürerek, sisli bir havada Erenköy Karanlık Limanı mevkine 100’er metre aralıkla mayınları döktüler. Geminin deposunda kalan son mayınlardı. İngilizler, bölgeye keşifler yaptılar, dökülen mayınları fark edemediler. 18 Mart, Çanakkale Savaşları’nın dönüm noktasıdır. Bu tarihte dökülen mayınlar, işgalci güçleri büyük darbe indirmiş, savaşın kaderini değiştirmiştir. 

18 Mart zaferimizi, W Churchill’den dinleyelim; “binlerce askerin kaybında, ağır maddi zararlara uğramamızda, gemilerimizin batmasında başlıca neden; Türkler tarafından bir gece önce atılan ve incecik çelik hatlar ucuna sallanan 26 adet mayındır.“ sonrasına bakalım. 1962’de sivil denizciler tarafından satın alınarak, “kaptan Nusret“ adıyla kuru yük gemisi olarak kullanılmaya başlanır. Gemi 1990’da Mersin açıklarında alabora olarak batar. 1999’da bir grup gönüllü tarafından su yüzüne çıkarılır. Tarsus Belediyesi tarafından aslına uygun restore edilir. 2003 yılında Nusret Mayın ve Yüzbaşı Hakkı Bey Müzesi’nde ziyarete açılır. Kahramanlarımızı rahmet ve minnet ile anıyoruz.